İnsanoğlunun prematüre bir memeli olarak dünyaya geldiği dönemden itibaren düşüncenin ortaya çıkışı ve ilk öğrenme deneyimlerinde ortak noktası genellikle endişedir. Yaşamın ilk anlarından itibaren temel çaresizlik içinde bulunan bebek yaşama tutunabilmek için çok az yeteneğe sahip olması onu çevresine ve elbette anneye bağımlı kılar.
Annenin birincil tasası çocuğun temel ihtiyaçlarıdır ve annenin olmadığı noktalar kaygı uyandıracaktır. Anne ve çocuk arasındaki ihtiyaç odaklı bu ilk ilişki beslenme temelinde kurulur ve çocuk için ilk içe alma(introjection) deneyimi olarak örnek oluşturur. Şüphesiz bu sebeple öğrenmeden bahsederken sıklıkla deyimlerde beslenmeyi anımsatan sözler kullanırı: “kitabı yalayıp yutmak”, “tüm okuduklarımı sindirdim”, “su gibi ezberledim”
Anne çoğu zaman bebeğin yaşadığı huzursuzluklarda onun neye ihtiyacı olduğunu anlamaya çalışarak dış dünyadaki nesnelere ve uyaranlara isimler takar, tanımlar yapar ve düşünceler üretir. Aslında anne kendi düş kapasitesini çocuğa sunmuş olur. Yenidoğan bebek ise bu adlandırma deneyimini içselleştirecek ve öteki tarafından düşünülmek ve anlaşılmak olarak deneyimleyecektir.
Yeterince iyi annelik veya kapsayıcılık rolü işlev gösterse bile bebek için kaygı tamamıyla ortadan kalkmaz, kalkmamalıdır. Tüm yaşam boyunca özellikle yeni deneyimleri öğrenme sürecinde sıklıkla kaygılanır ve olumsuz hoşnutsuzluklar deneyimleriz. Bir şeyi öğrenebilmek için bilmemenin yarattığı kaygıya katlanmamız gerekir. Bu aynı zamanda başkasının bizden daha çok bildiğini de kabullenmemiz demektir. Bu noktada hem haset duyguları hem de mecbur olmak duyguları birlikte ortaya çıkar. Oysa bir başkasına mecbur olmak, bağımlı olmak ve dolayısıyla onu yitirme kaygılarını çağırıştırır ve bu çoğu zaman karşımızdakine öfke doğurur.
Öğrenme deneyiminin yarattığı kaygıdan kaçınmak için çocuklarda çoğu zaman her şeyi bildiği, ya da çok kısa zamanda her şeyi öğrenebileceği, çok ders çalışmasına gerek olmadığı şeklinde tümgüçlü bir kendilik tasarımı görürürüz. Çünkü bilmeyen konumunda kalmak bilen bir başkasına bağımlı olmak ve onu kaybetme tehditlerini yanında getirecektir. Tümgüçlü olan her şeyi bilen konumunu bırakmak çocuk için tehlikeli olacaktır. Çoğu zaman ders çalış denildiğinde verilen öfkeli tepkinin sebebi budur.
M. Klein 1931 yılındaki makalesi “Zihinsel Tutukluk kuramına katkı” isimli makalesinde her çocuğun dünyaya bir keşfetme arzusu ve merak ile geldiğini söyler. Bu merak önce anneye dair bir meraktır ve annenin içinde olup bitenlere yöneltilir. Zaman geçtikçe çocuk annenin dış dünya ile ilişkisini seyreder, dış dünyada olup bitenleri anlamaya çalışır. Bu ilgi ve merak gittikçe tüm dünyaya yönelir ve çocuk öğrenmek ister. Ancak yeni öğrenilen deneyimler hoşa gitmediğinde bu durum bir çocuk için öğrenme arzusunun önünde bir engeldir. Hepimiz bu dünyada öğrenmek ve bilmek istediklerimiz için bir çaba sarfederiz, uğraşırız, deneriz ve yanılırız. Yeni öğrenilen içerikler bazen bizlerde öfke ve hayalkırıklığı yaratabilir, güvende olma hissimizi zedeleyebilir, hatta her şeyi bildiğimiz inancımızı sarsabilir. Bazen sırf bu durumdan dolayı öğreticiye, öğrenilen bilgiye ve kendimize karşı bir nefret açığa çıkar.
Kaynakça
– Melanie Klein’ın Çalışmalarına Giriş/ H. Segal
– Ergenliğin Tutkusu / Talat Parman